Simuzer
Büyük bir çınar ağacı vardı.
Bir de küçük çınar.
Ama farklı kıyılardaydılar.
Aralarından bir ırmak akardı.
Birbirlerine bir nehir kadar yakındılar.
Ama bir nehir kadar da uzak.
…
Büyük çınar olgundu…
Ergindi, deneyimliydi…
Adı Zer'di.
Küçük çınar ise tazecikti.
Her tarafı capcanlıydı, yemyeşildi.
Adı Sim'di.
İkisini ayıran ırmağın ismini Firak koymuşlardı.
Ayrılık anlamına gelen.
Sadece bir tek dilekleri vardı:
KAVUŞMAK!
…
Çevrede başka hiç ağaç yoktu sanki.
Onlar sadece birbirlerini görür, sever, özler ve isterlerdi.
Baharda süslenir, yazda yapraklanır, güzün sararır, kışın soyunurlardı.
Filizlenip yapraklanmaları kavuşma arzusundandı.
Sararıp solmaları da ayrılık acısından.
Kar, fırtına, ayaz oldu mu, Zer, Sim için üzülür, Sim de Zer için endişelenirdi.
Ayakları yoktu ki koşsunlar birbirlerine…
Kanatları yoktu ki uçsunlar!
Hiç olmazsa birisi ırmağı geçebilseydi!
Hayır!
İmkansızdı bu.
"Yan yana olsak!" derdi Zer.
"Can cana yaşasak!" derdi Sim.
Güneş etrafı aydınlatmaya başladı mı neşelenir, battı mı üzülürlerdi.
Gerçi karanlık da engel olamıyordu onlara!
Sabahlara kadar hayaller kuruyor, rüyalar görüyorlardı.
Gece mehtaba bakarlardı her ikisi de.
Bu ortak görüntü, birbirlerine bakıyorlarmış gibi bir his verirdi onlara.
Semaya bakarken hayal kurmaları daha kolay oluyordu.
"Parlayan ay!" derdi Zer.
"İkimize pay" diye tamamlardı Sim.
Gerçi konuşmadan da anlaşırlardı.
Ama zaman zaman da konuşurlardı.
Rüzgar sırdaşıydı onların.
Fısıltılarını taşırdı.
Kıyıdan kıyıya şiirleri, iç çekişleri, özlem çığlıklarını getirip götürürdü.
"Yanında olsam!" derdi Zer.
"Yanımda olsan" derdi Sim.
Bir yankı gibi.
Bir de kuşlar vardı!
Halden anlayan kuşlar.
Gelirlerdi.
Dallarında yuvalar kurar, kollarında uyur, anne olur, baba olurlardı.
Derinden derine ah eden ağaçların postacılarıydı kuşlar.
Mektuplaşırlardı bazen.
Birbirlerine yapraklar gönderirlerdi.
Rüzgar, özel bir ulak gibi çalışırdı o zaman.
Zer'in yaprakları Sim'e uçar, Sim'in yaprakları da Zer'e konardı.
Bazen müzikti taşınan, bazen şiir.
Sevgi, özlem, ayrılık sözleri söylerlerdi birbirlerine.
Bir sırları vardı aralarında.
Adını söylemiyorlardı ama en yoğun biçimiyle paylaşıyorlardı.
"Sendeyim!" derdi biri.
"Bendesin!" derdi diğeri.
Söz ve anlam gibiydiler.
Görünürde ayrıydılar belki.
Ama hakikatte birdiler.
Buna inanırlardı.
Ama yine de kavuşma arzusuyla yanmaktan alamazlardı kendilerini!
"Sen büyüksün, ben yetersizim" derdi Sim, incecik sesiyle.
"Sen baharsın, ben yazım" derdi Zer.
Sonra ikisi birden haykırırlardı:
"Ben yok, sen yok, biz varız!
Birbirimizi tamamlarız!"
Evet, onlar yan yana değillerdi.
Ama kavuşma sevincini başka türlü yaşarlardı.
Sonbaharı beklerlerdi büyük bir hasretle.
Geldi mi ikisinin de yaprakları dökülürdü yere.
Özlemle sararan yapraklardı bunlar.
Rüzgarla karşı kıyılara uçuşan yapraklar birbirine karışırdı o zaman.
Kendileri kavuşamasa da parçaları kavuşmuş olurdu böylece.
Esintilerin tesiriyle yaprak yaprağa oynaşırlardı.
Bir kavuşma yöntemleri daha vardı:
Gölgeleri, yaprakları, şiirleri, özlemleri, sevgileri suya dökülürdü.
Irmak, vuslat yuvaları olurdu.
Su aynasında beraber görünürlerdi.
Sevinirlerdi!
Buna da razıydılar.
Ama…
Ama…
Bu hal uzun sürmedi.
Ormana bir oduncu geldi.
Korkuyla titrediler.
Eli baltalı adam, hangisini kessem acaba, diye bakınmaya başladı.
Bir celladınki gibiydi gözleri!
Hem Zer, hem de Sim, celladı kendilerine çağırıyorlardı.
"Bana gel, beni kes!
Bak, ben çok yaşadım!" diyordu Zer.
Sim ise, "Ben tazeyim, beni kes, zorluk çıkarmam sana!" diye haykırıyordu oduncuya.
Oduncu, ince ve kolay olana yöneldi.
Henüz hayatının baharını yaşayan Sim'i kesti… devirdi.
Taşısın diye attı ırmağa.
Zer'in göklerde yankılanan feryadını işitmedi bile!
Zer, "Beni de, beni de kes!" dediyse de duyuramadı sesini.
Giden sevgilinin ardından acıyla inledi.
Rüzgara yalvardı tüm hücrelerinden gelen ortak bir sesle:
"Lütfen es!
Lütfen es!" dedi.
"Hiç esmediğin bir güçle es!
Fırtına ol!
Kasırga ol!"
"Niçin?" diye sordu rüzgar.
"Beni suya devir!
Bak, o gidiyor!
Sim'im gidiyor!" diyebildi, Zer.
Durumu kavradı rüzgar.
Görülmedik bir hızla esti.
Tüm sınırlarını zorladı.
Çatlarcasına…
Patlarcasına esti…
Bu öylesine bir şiddetti ki oranın tarihinde ne gören olmuştu ne de duyan.
Tutkuyla esti.
Fırtına oldu, kasırga oldu.
Biraz önce yaprak kıpırdamazken neden çıldırmış gibi esmeye başlamıştı rüzgar?
Ne diğer ağaçlar anlam verebildi buna, ne de ırmak!
Zer'in yıllanmış gövdesi dayanamadı bu şiddete.
O koskoca gövdesi büyük bir gürültüyle çatlamaya ve yarılmaya başladı.
Suya devrildi çevredekilerin şaşkın bakışları arasında.
Sim'in ardı sıra akmaya başladı.
Sevincine diyecek yoktu.
Gülümsüyordu.
"Elbet bir yerde buluşuruz" diyordu.
"Nasılsa aynı yöne gidiyoruz!"
...
Öyle de oldu...
Yüze yüze bir kereste fabrikasının önüne vardılar.
Adamlar geldi yanlarına.
İkisini de ırmaktan çıkardılar.
Kestiler, biçtiler ve nihayet tahta haline getirdiler her ikisini de.
Depoya götürdüler.
Depocu üst üste koydu onların parçalarını bilmeden.
Aylarca kurudular orada.
Canlılıklarından hiçbir eser kalmadı.
Ama duyguları ilk günkü gibi hala dipdiriydi.
Gece oldu mu fısıldaşıyorlardı aralarında.
Bir tek duaları vardı:
Asla ayrılmamak!
…
İlahi merhamet gecikmedi...
Bir mobilyacı aldı onların tahtalarını.
Atölyesine götürdü.
Güzel bir çalışma masası yaptı onlardan.
Satmak için vitrine koydu.
Masanın içinde fısıldaşıyorlardı şimdi.
"Bir olduk artık" diyorlardı.
Mutluydular, gülümsüyorlardı.
"Bu masaya bir isim gerek." dediler.
Geceler boyu düşündüler.
"Simuzer" olsun dedi, Zer.
İki isim teke inecekti böylece.
"Olsun" dedi, Sim.
Anlaştılar hemencecik.
Zaten hiç kavga etmemişlerdi ki!
…
Aradan birkaç gün daha geçti.
Vitrindeydiler gene.
Caddede genç bir kızla erkek gördüler.
Birlikteydiler görünürde.
Ama ayrı gibiydiler.
Onların da aralarında bir ırmak mı vardı yoksa?
...
Aylar birbiri ardınca geçti gitti.
Hala aynı vitrindeydiler.
Hallerinden şikayetçi de değillerdi zaten.
Birden üstlerinde bir gölge hissettiler.
Bir erkek gölgesi.
Adamın yüzü gülüyordu ama eşlik etmiyordu gözleri.
Tebessümünü yitirmişti adeta.
Sanki aradığını bulmuş gibi ısrarla o masaya bakıyordu.
İçeriye girdi.
Pazarlık etti.
Masayı aldı ve odasına götürdü.
Şiirler yazacaktı üstünde!
Yazıyordu da zaten...
Sim ve Zer bu durumdan memnundular.
…
Hayatsız bir yaşantıları vardı!
Kupkuru bir hayat!
Olsun!
Şiir yazıyordu ya adam üzerlerinde.
Az şey miydi bu?
"Ona yardım edelim," dediler.
"Ne yapalım?" diye sordu Zer.
"Ona bizi anlatalım!
İşitsin de öğrensin sevgimizi.
Belki bizim de destanımızı yazar."
Gece konuşacaklardı.
Hep gece konuşurlardı zaten.
Geceyi beklerse işitebilirdi adam.
Konuştular da.
Anlattılar baştan sona hikayelerini ayrıntılarıyla.
Adam onların konuşmalarını duymuyordu aslında.
Konuştuklarından bile haberdar değildi!
Ama nedense adam, geceleri hiç mahrum kalmadı ilhamdan yana.
İlhamlarının sebebinin üzerinde çalıştığı masa olduğunu nereden bilebilirdi ki!